Translate

Harca beni bozuk para gibi

Ne güzel şarkılar var şu dünya üzerinde ve hepsini dinlemek istiyorum, bundan başlayayım baaari.

Caricature Map of Europe 1914

Suradan alintidir: http://www.keiththompsonart.com/pages/grandmap.html




















From Leviathan by Scott Westerfeld.

The Clanker Powers:

Germany is a massive military machine with weapons aimed outwards to all surrounding countries. It points threateningly at Britain, not so much as a sign of direct aggression, but more as an indicator that it was now Germany’s turn to start a grand global Empire to challenge the world’s current one.

Austria Hungary is an aggressive armoured giant, teetering on shoddy foundations. It is also the primary aggressor in a land grab against Serbia, with two bayonets piercing the border.

The Ottoman empire is a teetering automaton, collapsing under the weight of a paranoid and ungainly spying network that gazes at Europe through many lenses and spy glasses.

The Swiss watch ticks away the time, comfortable to wait it all out.

The Darwinist Powers:

Britain is an militaristic lion with a Roman Imperial italic-type helmet. It sits upon a mound of riches gathered from its Empire.

France’s elephant beast (wearing the French kepi they started the war with before adapting their firefighter helmets) is influenced by the Elephantine Collossus built for the Universal Exhibition of 1889 in Paris (later it ended up going to the Moulin Rouge.)

Russia is a huge imperialist bear, rotting and filled with maggots.

Serbia’s imagery is an indicator of the huge amounts of civilian deaths and suffering they’ll find themselves subject to.

Norway and Sweden are both Scandinavian trolls in the style of John Bauer, an inspirational illustrator from the era who produced a lot of phenomenal work during the war.

Portugal is a parrot for the Entente trying to goad a slumbering Spain into the war.

Ireland looks askance to Britain and brandishes a shillelagh. An indicator of their very rough relationship at the time, and of their upcoming involvement with the Central powers.

Italy is a clutch of snakes with intents on the Central powers despite existing agreements. A foreshadowing of their arrangements at the secret 1915 Treaty of London where they were promised land in exchange for involvement. It was heavily influenced by Italian Prime Minister, Antonio Salandra’s open policy of serving Italy’s "divine self-interest."

Be My Husband

Sarkinin adi Be My Husband. Nina Simone'nin 1965 yilinda cikardigi Pastel Blues isimli plaginin acilis sarkisi. Bazi sarkilar doguyor doguruyor surekli, bunun gibi. Sarkinin asagida farkli yorumlari var hemen hepsinde baska bir ruha burunmus ozellikle Jeff Buckley sozleri de degistirip yapmis yine yapacagini. Onu dinlerken yine cok guzel ama baska bir sarki dinliyor gibi hissediyorum. Ancak oylarim Antony&the Johnsons yorumuna gidiyor patlatmis Antony vah Antony ah Antony.

Nina Simone


Jeff Buckley (Be your husband)


Antony and the Johnsons


Damien Rice & Lisa Hannigan


Shara Worden

Aslana aslan gibi

Kadim mertebesine gelen bir dost "ite it, cakala cakal, aslana aslan gibi davranilir" dedi. Sonra tartistik ve sonucta ite ve cakala hicbir sey gibi, sadece aslana aslan gibi davranilir dedik. O dedi aslinda, tartismadik da. Bir hava katmaya calisiyorum konuya.

Neyse sonra "ohe ne guzel laf oglum" dedim ben...
Kurtlar vadisi kizim dedi.

Kahretsin ehehehe

Heeell yeaaah!!!

Topluca dinleyelim atalim kendimizi balkonlardan hell yeaaah!!!

Ozlem

Su aralar Incubus ve Rage Against the Machine dinleyerek geziyorum. Incubus'un bu sarkisina da cok fazla takildim cunku tam da bugunlerde ozlediklerimin haddini cizemiyor hesabini tutamiyorum.

Sabah uyaninca baslayip aksam yatana kadar artararak devam eden bir ic sizisi, burun diregi sizlamasi.. Beklemek ve beklemek, neyi bekledigini bilmeden, bildiklerine de ulasamadan.

Zor zanaatmis. Bir an once gecer umarim.


Brezilya'lı Billie Jean

Caetano Veloso, Brezilya'lı bir dönemin kendi ülkesinde yasaklı müzisyenlerinden. Sisteme şarkılar türküler yazıp okuyor zamanında, Gilberto Gil ile birlikte 1969 yılında sınır dışı ediliyor ve bir kaç sene sonra ülkesine dönüyor. 1980'ler sonrasında da dünya çapında bir isim olmuş. Daha önce aday olmasına karşın da 2006 yılında ilk kez Latin Grammy Ödülü'nün sahibi oluyor.

Dinlerken eriyip gidilebilen bir sesin sahibi olan bu baba müzisyenin bir de protest bir kimliğe sahip olması ayrı bir memnuniyet uyandırıyor bende.

Veloso'nun saymakla bitmez kayıtları arasında 1986 yılında yaptığı kendi adını taşıyan albümünde de yer alan bir cover var ki dinler dinler 'Tamam öldür beni Caetano' dersiniz, dikkat edin. Bu cover; Billie Jean. Bildiğimiz MJ şarkısı.

Linda Batista isimli Brezilya'nın 50'li yıllarda meşhur yorumcusunun Nega Maluca isimli şarkısı ile başlıyor ama bu kez:

"tava jogando sinuca
uma nega maluca
me apareceu
vinha com um filho no colo
e dizia pro povo
que o filho era meu"

(Çeviri Portekiz'li bir arkadaşın bana gönderisi, sağolsun. Tabi yanlış varsa günah onun)
"i was playing snooker
a crazy black woman
came to me
with her son on her lap
and she was telling the people
that the son was mine"

***

Hiçbir cover bir şarkının orjinali gibi olamaz vs., evet, tabiki... Hani bunu derseniz katılıyorum ben de, en baştan söyleyeyim. Zaten buna da pek cover denemez. Veloso, başlamış Nega Maluca ile almış Billie Jean'i, katmış içine bir tutam The Beatles, Eleanor Rigby'i ortaya yeni bir şarkı cıkarmış. Kıyaslamayınız.

Video Amerika'da o yıllarda albüm tanıtımı öncesinden bir kayıt, o yıllardan bir performans.



Forget Her

Canim bir arkadasim gonderdi bugun, daha once neden kacirdigimi dusunurken de ekledi: "Olmeden once kaydetmis ama albumlere konulsun istememis hicbir zaman" . Isin derinligini bilemiyorum ancak yine diger bir rivayete gore sarkilarinda ozellikle asik oldugu bir kimseden bahsetmedigini soylemis bir roportajinda.

Bazi insanlarin icinde ask digerlerinden daha belirgin can bulur gibi dusunurum hep, sanatin da askin dogadan alinan herhangi bir yansimayla disa vuruldugunu... resim, muzik, heykel vs. bilemiyorum tabi, bunlar bos vakitlerde gelen tartisilip olgunlasmamis dusuncelerim ayni zamanda atiyorum ezelden. Ama su sarki birine yazilmamis diyelim, peki nasil her dinleyiste daha yavas daha yavas cana kastediyor onu desin biri.

Sozlere tikla gel.

Dünya

Ne de guzeldir Yavuz Cetin. Erkan Ogur'un bir kere dokunsam tasa dondurecegini sandigim perdesiz gitariyla nasil bir hali vardir bu sarkinin, vah bana vahlar bana.
Karanlikta dinlenmez bu sarki, gozler de kapatilmaz sonra elimden sigara dusecek de evi yakacagim da...

Into the Wild

Ilk izleyisim arkadaslarimla, sonrasinda yalniz basima sabah saat 5 te baslayip hava aydinlanirken izledim bu filmi ben. O saatlerde cok guzel gidecegini hayal etmistim, yanilmamisim insanin icini ayazla doldurur bu film. 

Desktop'imi da aydinlatan bu afis fotografiyla, Into The Wild.. Ne guzel filmsin be sen.


Kendi sozluk entryimden caldim yapistirdim asagidaki yaziyi da. Usengecim evet ama kendimden caliyorum en azindan. 

"22 yaşında bir gencin kendine sözde alexander supertramp kimliğini vererek şehirden yola çıkıp dağa, bayıra, alaska'ya doğru devam eden seyrüseferi.

filmde çok dikkatimi çeken ve belki de yönetmen sean penn'in bununla uğraşmaktan diğer bazı görsel öncelikleri vurgulamayı bilerek veya bilmeyerek atladığını düşündüğüm bir özellik var o da yaban hayat görselini yansıtma şekli. filmi izlerken bir film izlediğinizi unuttuğunuz sahneler mevcut. bunlar, bir belgesel detaycılığında gökyüzünün, yeşilliğin, doğa manzaralarının sunulduğu sahneler. into the wild, belgesel izlerken insanın hissettiği yaban hayat hayranlığını ve aynı zamanda o hayatın orta yerinde olduğunuzu bir an tahayyül edip hissedebileceğiniz gerginliği verebilen bir film olma özelliğini taşıyor. sırf bunun için bile birden fazla sefer izlemeye değer olduğunu düşünüyorum." 

Maceradan fazlasini ariyor Alexander.

 

MTV Crow HD

Yapim sirketi Amerikali PSYOP tarafindan MTV icin hazirlanmis bir video.

MTV gelmis "Bak bu muzik... bununla oynama ama ustune bir seyler yap. HD formatinda olsun." demis. 

Onlar da bunu uygun gormusler...

MTV HD Crow from mate on Vimeo.

Boz Ala Boz Basli Pis Porsuk


Iki efsane bir arada bir video. 
Su repliklerle TV programinda veda edilen kac dunya ulkesi olabilir? 
Isvecli bilim adamlarina sesleniyorum...
Hastayim ben memleketime, sanatcisina.

Halit Kivanc: "(programi).. kapatirken bir kisa sozcuk... ne dersiniz?"
Zeki Muren: "Ben kisa bir sozcuk taraftari degilim, bu guzel programi uzuuun bir tekerlemeyle kapatalim diyorum, siz ne dersiniz?"
Halit Kivanc: "Hangisi olur acaba?"

Me Me Me

Londra metrosundan bir reklam tabelasi da neyin reklami oldugu konusunda aklima bir sey gelmiyor...

the right course for me me me...
the right time for me me me...
the right place for me me me...

Muziksiz Ask, Asksiz Muzik Olmasin

2 gun once izleme firsati buldugum bu videoya ilk goz attigimda askla muzik yapan, birbirine asik iki insanin muzikle ask yapmasina sahit oldugum icin sanki cok mahrem bir anlarini onlardan izinsiz izliyormusum gibi utandim, bu duygudan 1-2 dakika icerisinde siyrildiktan sonra da izlemeyenlerin ne kadar cok sey kacirabileceklerini farkettim. Sertab Erener'in sesi ve Demir Demirkan'in muhtesem solosunu da bu duygularima ekleyince kendime gelmem uzun zamanimi aldi. Daha da gelemedim ki 2 gundur orada burada ayni konu uzerine konusup duruyorum. 


Demirkan'in 'gel gir dunyama' sozleri sirasinda elleriyle gosterdigi davetkarligina Erener'in tereddutsuz karsilik vermesi ve bu esnada an an naiflesen bakislari...
Demirkan'in solosunu Erener'in dizinin dibinde atarken gorulen hazlari ve sarkiyi bitirirken ki jestleri...

Fena bir rontgencilik durumu soz konusu suanki tavrimda biliyorum ancak elimde degil, bu butun olmusluk videosuna imrenmekten alamadim kendimi.

Muziksiz ask, asksiz muzik olmasin. 
Boyle olmayan ask olmaz olsun.

Gönlü Geniş Ruhu Gezgin Sufi Meşreplerin Kırk Kurali

Dinli dinsiz kismini bilemiyorum ancak isin felsefesine girildiginde yasamanin usulsuz olmamasi icin hemen herkesin bir inanca tutunduguna eminim. Tutunmamanin da kendince bir usulu vardir elbet. Kimimiz bir seylerin pesinde kimimiz de pesin pesin cok da zorlamadan nufus cuzdanimiza yazilmis dine inanarak varligimizi surduruyoruz. Ben nufus cuzdanim bile olmadan yasamak istedigim icin ilk kisma giriyorum sanirim. Cok da muhim degil bir o kadar muhim, bir carkin bir dislisi de benim en nihayetinde, bir terazinin denge unsuruyumdur ben de. Hic olmak da cok olmakla es oluyordur belki de.

Bireysel seruvenlerde karsilasilan verileri toplayarak bilgiyi buyutmek varetmek bir de bununla yasamayi ogrenmek... Vay anasini hayat! Sen neymissin be... demekten kendimi alamiyorum her gun ya uyandigimda ya uyumadan.

Gönlü Geniş Ruhu Gezgin Sufi Meşreplerin Kırk Kurali ne de guzel zamanda gonderildi guzel bir arkadasim tarafindan. Felsefe her zaman guzeldir, hayat enstrumanlarindan birisi oyleyse ta kendisi. Uzman falan degilim kafam kendimden fazlasina basmiyor. Kendimde de paylasacak bir seylerim var iste, etkisinde kaldiklarimi paylasamasam duydugum hazzin bendeki tadi da eksir, aksi halde bencil huysuz bir yari insana donusurum diye korkuyorum cunku.
Kimin neye inandigini sorgulamaktan ziyade kendisinin nasil yasadigini umursayan varsa buyursun okusun 40 kurali 40 kere, umarim bir cumlesi bile iceride bir yerlere dokunur:

***

1. KURAL: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende bu vasıflardan bolca mevcut demektir.


2. KURAL: Hak yolunda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil.


3. KURAL: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonraki batını mana. Üçüncü batınının batınısıdir. Dördüncü seviye o kadar derindirki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.


4. KURAL: Kainattaki her bir zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü o camide, mescitte, kilisede, havrada değil her an her yerdedir. Allahı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim onu bulursa sonsuza dek onda kalır.


5. KURAL: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini...” diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği “Bırak kendini ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpde var.

6. KURAL: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.


7. KURAL: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.


8. KURAL: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.


9. KURAL: Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirlerki gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.


10. KURAL: Ne yöne gidersen git, doğu, batı, kuzey ya da güney çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi sonunda arzı dolaşır.


11. KURAL: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.


12. KURAL: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp değişmeyen yoktur.


13. KURAL: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit, seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.


14. KURAL: Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol! Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?


15. KURAL: Allah içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire, eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.


16. KURAL: Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.


17. KURAL: Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpde olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir; suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.


18. KURAL: Tüm kainat, olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil; bizzat içimizdeki sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki, nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak yaradanı tanır.


19. KURAL: Başkalarından saygı, ilgi, ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolla dı mı sevin! Yakında gül yollayacak demektir.


20. KURAL: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir…


21. KURAL: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hak’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.


22. KURAL: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.


23. KURAL: Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur.

Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde….

24. KURAL: Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile; gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. KURAL: Cenneti ve cehennemi illaki gelecekte arama. İkiside şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak cenneteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak tepetaklak cehenneme düşüveririz.


26. KURAL: Kainat yek vücut, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele de senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.


27. KURAL: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.

28. KURAL: Geçmiş zihinlerimiz kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.


29. KURAL: Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzegah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin….


30. KURAL: Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kötü laf etmez.

Sufi kusur görmez. Kusur örter.

31. KURAL: Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.


32. KURAL: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!


33. KURAL: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.


34. KURAL: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır, emin bir beldede yaşar .


35. KURAL: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.


36. KURAL: Hileden desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer.
Onun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan!


37. KURAL: Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.


38. KURAL: “Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?” diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. KURAL: Noktalar sürekli değişse de, bütün her zaman aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. KURAL: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tanımlamaya ihtiyacı yoktur.


Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde…

***

Ederi olmayan gunlerden bahis

Nerede oldugumun hesabini kendimden baskasina vermedigim vakitler hayatimda kus tuyu hafifliginde yasadigim anlara tekabul edebiliyor. Sorunlar sorumluluklar rutinler hepsini bir kenarda bekletip telefonumu kapatip kimsenin beni bulamayacagi bir yerlere siginmak, hos geliyor nefes veriyorum sanki.

Bir nehir kenarinda yalniz basima oturup sadece suyun akisini saatlerce izlemek, zamani durdurmakla esdeger benim icin. Durdurabilsem buna benzer bir sey olurdu diye dusunuyorum ve de duran zaman dunyanin degil benim zamanim oluyor. Hava kararmasa, aksam olmasa, ihtiyaclarim ayyuka cikmasa hic hissetmeyecegim oradaki varligimi bile.

Telefonum kapali, kafamda kacis noktalarim ve ben onlarin uzerinde sereserpe onlar benim uzerimde boylu boyunca bir haftasonu... Bir ara gunesin altinda cimenlerin uzerinde, bir ara bilmedigim bir sokakta elimde zeytin kavanozuyla yuruyerek, dinlemedigim muzikleri dinleyip, tatmadigim bir seyleri tattigim hesapsiz, tasasiz, plansiz bir uc gun...

Kacis noktam ve ben upuzun duzlugun ardinda kibrit copu kalinliginda gorunen insanlarin top kosturmalarini seyredip, zeytin cekirdeklerini dogayla kavusturup zeytin agaci ciksin dileklerinde bulunduk. Arada bir de cocuklugunun en guzel yaslarinda parandeler atan, abisinden gucluce duran sari kafali veleti seyredip gulumsedik. Yuzumde gunes ve tebessum daha guzel yasam kaynagi mi olur? Muzik olur mesela. O da vardi guzelinden.

Eve dogru yola ciktigimda 3 gunun muhasebesini yapabilmek icin yalniz kaldigimda uzun zamandir bu kadar dinginlesmedigimi farkettim. Kac gundur kacak oldugumu bile o an toplayip cikardim.

2 mi?
3 mu?
3.

Ruhum cekilmis gibi 5 cm havadan yere basamadan yururken metroda canli muzik yapan muzisyenle su replikte goz goze geldim: 'that was just a dream just a dream just a dream, dream...' .

O gozlerini kacirdi soylediklerinin benim icin ne ifade ettigi konusunda en ufak bir fikri olmadan, ben de havalandigim yukseklerden asagi inip cebimden 1 pound cikardim. Dizlerimi kirarak onune biraktim, gulumsedik.

Diyemedim ki ruya muya, bu 3 gunun ederi yoktu oysa.

Lost



Just because I'm losing
Doesn't mean I'm lost!
Doesn't mean I'll stop
Doesn't mean I will cross
Just because I'm hurting
Doesn't mean I'm hurt
Doesn't mean
I don't get what I deserved
No better and no worse
I just got lost
Every river
That I tried to cross
Every door
I ever tried was locked
Oh and I'm just waiting
'til the shine wears off
You might be a big fish
In a little pond
Doesn't mean you've won
'Cause a long may come
A bigger one
And you'll be lost
Every river
That you tried to cross
Every gun
You ever held went off
Oh and I'm just waiting
Until the firing stopped
Oh and I'm just waiting
'til the shine wears off
Aha, I gotcha, uh,
With the same sword
They knight you,
They gon' good night you with
Shit,
That's only half
If they like you
That ain't even the half
What they might do
Don't believe me, ask Michael
See Martin, see Malcolm
See Biggie, see Pac,
See success and its outcome
See Jesus, see Judas
See Caesar, see Brutus,
See success is like suicide
Suicide, it's a suicide
If you succeed,
Prepare to be crucified
Media meddles,
Niggas sue you, you settle
Every step you take,
They remind you
You're ghetto
So it's tough
Being Bobby Brown
To be Bobby then,
You have to be Bobby now
And the question is,
'Is to have had and lost
Better
Than not having at all?'
Because I'm
Oh and I, just waiting
'til the shine wears off
Oh and I, just waiting
'til the shine wears off

Scintillation

Xavier Chassaing, genç Fransız yönetmen bir kimse, evde can sıkıntısından sanat yapan cinsten. "Tüm sahip olduğum, bir daire, küçük DSLR kameram, küçük bir bilgisayar ve küçük bir projeksiyondu."

35.000 adetin üzerinde fotoğraf çekerek oluşturduğu filminde, hareketli gibi görünen ama hareket kabiliyeti çok kısıtlı olan bir mekanizma kurarak her kare için 1 saniyelik uzun pozlama yapmış ve saniye başına 1 kare çekmiş. En iyi kameranın bile normal hızda çekim yaptığında bu tür bir hassasiyetle yarışamayacağını söylemiş kendisi. Ne de doğru demiş ve her şeyi kendi başına yapmış, 3 boyutlu animasyonu projektörüyle objelerin üstüne yansıtmış, mekanizmasını kurmuş ve sonuçta her şeyi düzenlemiş...

Uzerine de Fedaden kişisi müzik yapmış şahanesinden.
Sonucunda da ortaya şöyle de bir şey çıkmış:

All of my fruit is yours to take

3 yil arkadan gelen bir yazi bu belki de, gecen yil kesfettigim Madonna konserine dair... Benim icin gundeme gelis sebebi muhterem Madonna'nin son turnesi. Istanbul'a yine gelmiyor. Elbet bir gun gelecek. Ben burada (Londra) gitme hesaplarindayim, 2 ay yemek yemeden yasarsam bu butceyle sahne arkasindaki ust tribunden bir kisilik yer alabiliyorum. Malesef ciddiyim. Oeeh yea... 

Madonna'nin 2005 yilinda cikardigi Confessions On A Dance Floor albumundeki sarkilarinin hepsini, eski albumlerinden de bazi parcalarini seslendirdigi Londra konseri  The Confessions Tour ismiyle bir DVD olarak da piyasada bayadir (2006). Bilenler bilmeyenlere anlatsin zihniyeti benimki, bilmeyen varsa bilsin cidden. 

Gorup gorulebilecek en muhtesem sahne performanslarindan birisi denilebilecek kadar cilgin bir konser bu. Madonna'ya ya da sarkilarina hicbir sekilde ilgi duymayan bir cok insani bu konser goruntuleriyle zehirliyorum zaman zaman. Etkilenmemek imkansiz. Ayrica izleyecek bir sey bulamadigimda ekranin kenarinda minicik halde bu DVD'yi oynatiyorum. Her izledigimde sasirabilecegim bir goruntuye rastliyorum. Sasirmayana kadar izlemeye devam edecegim sanirim. 

Jump sarkisindan sonra Confessions bolumundeki kareografi roman gibi, kesinlikle favorim. 1993 yilindaki Erotica albumundeki Erotica sarkisina da harika bir versiyon yapmislar konserin sonlarina dogru cikacak meydana. 

Bir de Metacafe'den embed etmis bulundugum bu sarki var... Like it or not, yazar burada 'isine gelirse yani' diyor ve Madonna da cay bahcesi sandalyesiyle yapilabilecek en seksapel hareketleri yapiyor: 

I'll be the garden, you'll be the snake

All of my fruit is yours to take
xxx
This is who I am
You can
like it or not
You can love me or leave me
Cus I'm never gonna stop

Yuru be Madonna


Arif Ustanin Cin Lokantasi

Burasi Londra falan degil, dunyanin her ulkesini/irkini temsilen gonderilen insanlarin yasadigi kucuk bir dunya prototipi. Buraya ayak bastigim ilk gun, bir seyler icmek icin arkadasimla girdigimiz 'sarisin kuzeylileri koruma dernegi' tadindaki pub'ta herkesin lehce konusuyor olmasi hic ilginc bir sey degilmis aslinda, simdilerde anliyorum. Ingiliz de yok burada zaten. Ya zenci var, ya cekik gozlu, arada da benim gibi ne oldugu konusmadan anlasilmayan tipler... 

Bugun de en hakikisinden bir cin mahallesine gittim cin yemegi yemek icin. Istanbul'da calistigim zamanlarda ogle arasinda kendime is cikarmak icin basladigim chopstick calismalarim ise yaradi, cok cesurdum. Goz bebekleri tamamen gorunen tek insan olarak onceleri ogle arasinda yedigim yemeklerin aynisini siparis verdim ve bir tek bana getirildigini gozlemledigim catal bicagi kenara koyarak chopstickle yemegimi yedim. 

Kim beni alkisladi peki? 
Icimdeki turk gucu ulen, daha ne olsun. 

Arif ustanin yerine gelip yemekle beraber kunefeyi de soyleyen Cinliyle esdegerdim ya da ne bileyim ogrendigi iki kelime Turkceyi memlekete gelince sirita sirita soyleyen turistler kadar cesurdum diyoruuum. 

Yemegi yiyip hesabi beklerken farkettim, fena sacmaliyorum. Zaten gozbebegi gorunen baskalari da geldi az once... 

Istanbul da edindigim gul gibi kapkacci fobisiyle dort elle tutarak oradan oraya goturdugum laptopim, catalim kasigim... Limonlu cola mi icilir cin lokantasinda yahu...

"Heligadikiiiii" "Kiii buddy kiii"

Bilmedigim ulkenin bilmedigim sehrinin bilmedigim semtinde kaldigim eve dogru gitmek icin misafirlige gittigim arkadasin evinin yakinlarindan bir otobuse binip terminal benzeri bir duraga geldim. Binmem gereken 182 numarali otobus bir kenarda isiklari sonmus duruyordu. Ben de isigi yanar umuduyla ona bakiyordum. Gece yarisi onlarca otobusun park halinde oldugu bir yerde beklemenin verdigi tedirginlikle otobuse yanasip sofore servis disi olup olmadigini sordum. Son otobus oldugunu birazdan kalkacagini soyledi ama beni iceri almadi\kurallar.

Duragima geri dondum.

Sofor, 10-15 dakika kadar sonra yanimdan gecip gitti ve yakindaki bir binaya girdi, 10-15 dk kadar da iceride kalip ciktiktan sonra tekrar yanimdan gecerken otobuse gelebilecegimi soyledi. O onde, ben arkada otobuse binip yerlerimizi aldik.

-
Koltuguma yerlestim, simdi gideriz birazdan evdeyim oh bee...
......
Niye gitmiyoruz yahu?
-

Oturdugu yerden kalkti, yerlerde kaybettigi bir seyleri arayip anlamadigim efektlerle soylendi ve sonunda aniden bana donup "HELiGADiKiiiii" diye bagirdi.

O anki tedirginlik seviyem, mevcut dil bilgim ve bir kac kadeh kirmizi sarabin destekledigi hayal gucum birlesince benim icin  "in cabuk bomba var" gibi bir anlam cikti ortaya.

Anlamadigimi soyledim. 
"Kiii Kiii" dedi ellerini iki yana acarak.
"Kiiiiy?"

"Yeaah buddy, Kiii"
"-- Hasiktir adam anahtar istiyor benden, ne anahatari leeayn--" diye gecirdim icimden.
"Hauskii hauskii" dedi.

O an yaptigimin ne kadar mantiksiz oldugunu idrak etmis olsam da hic direnmedim. Evimin anahtarini cikarip otobusun soforune uzattim. Anahtari benden aldi, koltuguna gecti, otobusu benim anahtarimla calistirdi ve "tenks" diyerek anahtari geri uzatti.

Ben mi?
Valla ben bu isten bir bok anlamadim...

Seni yenecegim Landin...

Imlaydi espasti derken kendimi Londra"da buldum. ş`leri soyleyemeyen bir klavyenin kullanicisi oluverdim birden.  

Sabah erken saatlerde sokaktaki herkes (beyaz) Ingilize benziyordu, oglene dogru Hintli, Koreli, Turk, Ispanyol derken aksam uzeri eve donuste herkes (zenci) Ingilize donustu. Herkesin sivesi ne kadar da farkli, insan kendi eksikliginden utanmiyor ne mutlu. 

Metroda kendi arasinda nece oldugunu anlamadigim bir dilde konusan iki sapsarisindan biri birden donup "do you know the word guy, like dude?" diye bir soru sordu. Birisi ingilizcemi sinayacak diye mumkun mertebe az konusurken eve donus yolunda birden boyle bir soruyla karsilasinda kendimi yakalanmis gibi hissettim. Gerekceleri de gay ile guy arasindaki yazim farkini anlamakmis. Iste burasi bu kadar gay demek istedim nedense.

Bagladim gitti... 

"He's so great, maybe the greatest"... Richard Avedon


Bunu söyleyen fotoğrafın dedelerinden David Bailey olunca saygı duruşunu 1 dakika daha uzatmakta fayda var. Richard Avedon, 1923 yılında Amerika'da doğmuş Rus asıllı bir fotoğraf sanatçısı, 81 yaşında da objektifi kapamış.


Babasının hediye ettiği Rolleiflex kamerasıyla fotoğraf çekmeye başlıyor. Reklam fotoğrafları ilk profesyonel işleri ve 21 yaşında Harper's Bazaar'da çalışıyor. 22 yaşında ise kendi stüdyosuna sahip artık... Ardından Vogue ve Life dergileri için çalışıyor. Bir moda fotoğrafçısından çok çok daha fazlası olmuş her zaman. Bir kere moda fotoğraflarında anti-moda yaklaşımı mevcut. Sunulan kıyafetten ve modelden öte koleksiyonun duygusuna baktırmış, 'nasıl ya' dediğimi hatırlıyorum ilk izlediğimde.

Fotoğrafladığı her çehrenin kişiliğini, kurduğu iletişimle yansıtma lütfuna sahip doğmuş Avenon. Bu sebeptendir ki unutulmaz bir portre fotoğrafçısı olarak tarihteki yerini almış. Baskılarının büyüklüğü dillere destan, çalışmaları 8x10 feet yani (2,5x3 metre) boyutlarında olunca da günde bir baskı hazırlamış.

"A photographic portrait is a picture of someone who knows he is being photographed, and what he does with this knowledge is as much a part of the photograph as what he's wearing or how he looks." R.A.

Çektiği fotoğrafların dışında, ben çekildiği fotoğraflara baktıkça da ona hayranlık besliyorum. Gözlerindeki "seni görürüm" ifadesidir belki de, onca insanın kendinden başka bir şey olmadan onun fotoğraf karelerinde yer almasının sebebi.

Avenon, fotoğraflarıyla hayat tarihi dersi verir cinsten. Bilerek veya bilmeyerek yapmış... Tarih için de varolabilecek güzel kanıtları çıkarmış ortaya. En bilinen serilerinden biri, In the American West, web sitesinden izlemeniz tavsiye olunur. Özellikle babasının ölmeden önceki son 7 yılını içeren portresi de görülmeye değer. Democracy serisini bitermeye ise Avenon'un ömrü yetmemiş...

Çalışmalarına dair bazı fotoğraflarını paylaşıyorum. Bunların içerisinde Audrey Hepburn portesi de mevcut. Heykel kadar keskin güzelliği karşısında şu sözleri sarfetmiş Avenon;

"I am, and forever will be, devastated by the gift of Audrey Hepburn before my camera. I cannot lift her to greater heights. She is already there. I can only record. I cannot interpret her. There is no going further than who she is. She has achieved in herself her ultimate portrait."Bilmeyenlere afiyet olsun, bilenler bir daha baksın.

sırasıyla:
- Marlon Brando, 1951
- Audrey Hepburn, 1953
- Cher, 1974
- Major Claude Eatherly (Hiroshima Pilotu), 1963 Democracy serisinden,
- Barack Obama, 2004
(daha fazlası için; http://www.richardavedon.com/)























































Sessizliğe dair; Micheal Kenna

Micheal Kenna İsveç yapımı Hasselbrad marka 20 yıllık bir analog fotoğraf makinasıyla gece saatlerinde veya sabaha karşı tripodunu kurup, uygun kadrajı görüp deklanşöre basan ve sonrasında makinayı 30 dk ile 1 saat arasında uzun pozlamaya bırakıp kitabını okuyan, yemeğini yiyen, ağaçlarla konuşan İngiliz bir fotoğrafçı. Şuan San Francisco'da yaşıyor.

Sessiz sessiz çalışıyor ve sanki sessizliğin fotoğrafını çekiyor. Fotoğraflarında insan görmek neredeyse mucize denebilir öyle ki reklam fotoğrafları da buna dahil. 

Kenna'nın BMW reklam serisinden bir fotoğrafı

“I am not a paparazzi photographer. I don’t run out to a landscape and snap a picture and run away again. I like to know a tree, quite closely. I’ll often spend a long time circling the tree, getting to know it. In a sense I talk to the tree. I try to be very respectful and I like to go back to that same tree two years later, five years later, or as often as I can.”

Gözün göremeyeceği ama objektifin uzun pozlamayla yakalacabileceği hareketi yansıtmayı sevdiğini söylemiş bir röportajında ve diyor ki; “It’s almost like the camera is collecting residual memory. It’s unpredictable, you never know quite what you’re getting. I don’t like to be in control too much. I think it’s best if things happen irrespective of me or outside of what I’m doing. I think nature itself is such a beautiful phenomenon. Trying to control it all the time tames it somehow.”

Full Moonset, Chausey Island, France


Desert Clouds, Merzouga, Morocco

Manhattan Skyline, New York, New York, USA

Twenty One Fence Posts, Shirogane, Hokkaido, Japan

Çok uluslu banka HSBC'nin reklamlarında Kenna güzel bir seri yapmış, Türkiye'yi es geçmemişler.
(meraklısına tavsiye edilir: http://www.michaelkenna.net/)

"Espas"ı Geçmeyelim

İmla kuralları ve noktalama işaretleri konusunda hala ortaokuldan kalma kağıt üstünde öğrendiğim bilgilerimi kullanıyorum, bir de sonradan farkında olmadan öğrendiklerimi. Yanlış yapıp yapmadığımı bilemediğim, emin olamadığım durumlarda da anlatımı bozmamasına özen gösteriyorum. Mutlaka da bir çok hata yapıyorum ama bunu, bir metni okuyup anlamanın ne derece konsantrasyonla ilgili olduğunu bildiğim için önemsiyorum. Paragraflarımı ayırıyorum gözüm yorulmasın, anlatmak istediklerim aralarda kaybolmasın vurgularım hafiflemesin diye.

Manyak mıyım ben? Hayır, sadece karşımdakinin işini kolaylaştırırsam belki beni daha iyi anlar diye umuyorum. Gönlümce "nktalama isartlerniin ta a.q." falan yazma özgürlüğüm de var elbette, ancak ben onları acele yapılan msn yazışmalarıma saklıyorum.

Sanal mecrada usulüyle metin yazmayı Üniversite 1. sınıfta bilgisayar dersinde öğrenmiştim (şimdilerde Mersin'de yaşayan ve bol bol tantuni yediğini duyduğum Beyhan Hocam'a selam olsun), sanırım öğrenimim süresince konuyu fazla ciddiye almışım ki beynimdeki bazı noktalarda hasar meydana gelmiş. Çünkü ben redaktör olmadığım halde, gözlerim öyleymişim gibi davranıyor. Gözlerimin espas hatalarına olan duyarlılığından fevkalade şikayetçiyim.

Espace Fransızca'da boşluk demek ve İngilizce'deki space de buradan geliyor. Türkçemize de espas olarak geçmiş. Noktalama işaretlerinden ve kelimelerden sonra konması gereken o tek bir boşluk yok mu o tek bir boşluk...

Herhangi bir metindeki espas hatalarının sayısına göre o metni okuma hevesim bile değişebiliyor. Hele iş başındayken elime geçen resmi yazılarda, sözleşmelerde veya e-posta yazışmalarında denk geldiğim zaman o metni ciddiye almakta zorlanıyorum. Takribi olarak 3. cümleye geldiğimde metni yazan kişi hakkında kafamda infaz başlıyor:

"Hımm... özensiz birisi sanırım..."
"Hımm... göz zevki de yok bunun canım..."

Aşağıda 2009'a girişimizle kullanmaya başladığımız ve bana monopoly paralarını anımsatan boyutlarıyla İkiyüz TL'lik bir banknot var. Hayır efendim, "ikiyüz" değil "iki yüz". Bu yanlıştan ötürü koleksiyoncular koşturmuş bankalara, serinin ilk paralarını alabilmek için. Tarihi bir hataymış bu onlar için, valla benim için de öyle çünkü Türk Dil Kurumu diyor ki “Sayıların her rakamını ve basamağını gösteren sözcük ayrı yazılır”. Çek yazarken durum farklı, araya başka bir rakam konulmasın diye bitişik yazılmalı.

İş yerinde bir kamu kuruluşuna yazdığımız resmi yazı, bu imla kuralına uymadığımız için geri dönmüştü. E ben de bana bu hatayla 200 tl basan başka bir kamu kuruluşuna "bunda espas hatası var" diye parayı geri göndereyim madem.


-- Yapmayalım efendim,espasları geçmeyelim ! --
(Gözüne söyle, bu cümledeki üç yanlışı bulmakla başlasın)

Nikol'ün Huri'si, Nuri'si, Pinti'si

Küçük esnaf olma sevdasındaki maaşlı çalışanlardan olduğum için semtimizin Büfecisi Murat abi, DVD'ci Osman abi, Emlakçısı "Arabayı az daha sağa alsana ben de gireyim" abi ile bir hukukum var. Kuaförle yok, 2 sene önce bir kere saç kestirdim tavuk götüne benzedi saçlarım, bir daha selam vermedim ona. 
Bu hukukun bana verdiği yüzsüzlüğe dayanarak sokağımızın başındaki yıkık, perili olmadığına taş atarak emin olduğum köşkün akibetini öğrenmeye koyulmuştum bir ara. Araştırmalarım sonucu yaşlı ve inatçı bir teyzeye ait olduğunu, satmak istemediği için evin boş durduğunu öğrendim. Evet, tahminler doğru; turşusunu kuracakmış.

Sokağa gizemli bir hava katıyor sarmaşıklı perisiz köşk ama bunun ne bana ne de komşulara faydası olduğunu sanmıyorum. Bu durumdan faydalananlar; camlardan kuyruklarını sarkıtarak gelene geçene ıslık çalan ve içeride komün hayatı yaşadığından şüphelendiğim semtimizin kedileri. Ateş yakıp etrafında toplanıp kedi kurban eden satanist kediler bunlar, onların arasına ısrarla girmek istemeyip bizim evin bahçesine sığınan Nikol Kidmın ismindeki kedi anlattı her şeyi, paçayı zor kurtarmış. Ancak yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş kendisi. Daha 1 yaşına bile vardığını sanmıyorum, doğurdu. Bir yandan onu besleyip bir yandan Janti'nin gazabından koruduğum için belki de, hamile olduğunu bile anlamamıştım.

Bir sabah işe gitmek için evden çıktığımda önümden koşarak geçen sarı beyaz bir kedi gördüm. Alice harikalar diyarındaki Macide ben, beyaz kediyi takip ettim. Bir apartman girişinde Nikol ve ona yumulmuş kediler... Hikayemiz burada başlıyor aslında. Ev halkıyla bu gençleri keşfedince koruma altına aldık. Aşılar, ilaçlar, sütler, ciğerler... Camdan bakıp kedileri beslediğimizi gören Janti'nin kıskançlık iniltileri eşliğinde 3-4 ayda 4 kedili 1 köpekli bir aile olduk. Önceleri içi battaniyeli, karton kutudan bir gecekondu yaptı babam onlara, 3-4 saatte bir içine sıcak su dolu şişeler yerleştirdi. İsim de koyduk. 1'i dişi, 2'si erkek.

Huri, Nuri, Pinti.

Meme sevdalısı Huri

Yemek paylaşmayı sevmeyen Pinti

Delikanlı Nuri

Bir gün, gençlerden Pinti'nin nefes alıp vermesindeki sorun çekti dikkatimizi, veteriner ciğerlerinde sorun olduğunu ve eve almamız gerektiğini, bu soğukta kalırsa ölebileceğini söyledi. Aldık. Janti, evdeki kedi kokusu yüzünden krizlere girip kapılarda yatsa da durumu kabullenmek zorunda kaldı. Onunla yüzleştirmeden odama yerleştirdik Pinti'yi. Beraber uyuduk, oynadık, şırıngalardan ilaçlarını içirdim, hatta Nip-Tuck'dan 3 sezon eşlik etti bana meraklı gözlerle göğsümde yatarak. Fazla izlemiş olabilir çünkü iyileşince piçin teki oldu çıktı, sokaktan geçen kızlara camdan göz kırpıyor şimdilerde.


Ancak yatağıma işediği gün annem darbe yaptı odama ve oturma odasına taşındı Pinti. Bu kez cama kafasını süren kardeşlerine açtık pencereyi. Yerleştiler iyice, mamalar kedi kumları vs. Başlarda bakmak isteyen birileri olursa verelim diyorduk ama sonraları analarının boyuna geldikleri halde hala meme emen bu ergenleri birbirlerinden ve annelerinden ayırmaya gönlümüz razı olmadı. Pinti bir daha hastalanır diye korktuk bir de...
Biz onları ayırmayalım derken ve Pinti tekrar hastalanmasın diye üzerine titrerken hedef değiştirdi hastalık. Annemin gözdesi, kapının ardından Janti'ye meydan okuyan cengaver Nuri, bundan 2 gece önce hastalandı. Üstelik 2 gündür de Nikol eve hiç gelmedi. Nuri'ye fitiller, bakımlar, beslemeler çaba etmedi. Bu sabah öldü aslan delikanlı. Ne olduğunu anlayamadan gitti derler ya, o vaziyet.

Bugün onu bahçeye gömerken annemi sakinleştirmek mümkün olmadı hiç. Ağlamasını durduramadık, bir odaya kapandı çıkmadı saatlerce. Ev halkı duman olduk. Onu gömerken, Nikol geldi. Hareketleri yavaş, gözleri normalden çok az açılır vaziyette... "Ah Nuri'nin gidişini mi hissetti?", "Ah yoksa o da mı hasta oldu?" derken, daha Nuri'nin ölümünü yadırgayışımız geçmemişken gözümüzün önünde gitti dünya güzeli.



Hayvan beslemeyip de ne hissettiğimi anlayabilecek birileri varsa ne güzel. Besleyenler zaten bilirler üzüntünün ne kadar büyük olabileceğini. Hayvan beslemek; hiç büyümeyecek ve senden bağımsız kendi ihtiyaçlarını gideremeyecek, sevgisini esirgemeyecek bir bebeği yaşatmak gibidir. İnsana ve cana değer vermeyip de hayvana değer vermek olmaz. İnsandan canı yanıp da "hayvanlar daha iyidir insandan" diyenin sevgisinden şüphe ederim ben. Özde can sevgisidir aslolan...

Neden bilmem bu iptila

Murat Bardakçı'nın Habertürk'teki programı, "Tarihin Arka Odası" vardı bugün (tekrarı).

Pelin Batu'da eşlik ediyor kendisine ve tarihle ilgili konulardan bahsediyorlar. Anlamak zor oluyor bazen benim için, alık alık bakmıyor değilim ekrana. Pelin Batu'nun edebiyat/tarih konusundaki akademik bilgisine saygı duydum, o da bunu istiyor sanırım. Bir de Mehmet Turgut'un fotoğrafladığı Elizabeth Bathory (tarihin ilk kadın seri katili) serisindeki modelliği vardı görüp de "aferin sana kadın!" dedirten.

Neyse, programda sohbet aralarında İstanbul Üniversitesi'nde Devlet Klasik Türk Müziği'nde okuyan Yaprak Sayar isimli bir bayan, Nihavend makamından eserler seslendiriyor. "Neden bilmem bu iptila" isimli eseri seslendirirken Janti horlamaya başladı. Müzikten anlayan bir köpeğim var, ne güzel.





Arı abla

31.10.08 tarihinde çekmişim, hava güzel henüz.
Öğle arası, karnımızın gurultusunun dikine doğru abim ve bir arkadaşımızla uygun adım marş yürürken karşıdan karşıya bir arı geçmeye çalışıyordu.
Sinirliydi yanaşmadım.
Mazallah.

Nejat Talas ve Pervanem

Aylar aylar önce sabah işe giderken NTV Spor reklam afişlerini billboardlarda gördüğümde incelemek için arabamı sağa çekip uzuun uzuun hayranlıkla bakıp, icra ettiği mesleğinden tatminsiz her insan gibi "millet neler yapıyor yeaa" diyerek iç çektim, "sen hala şirketin genel giderlerini yüzde bilmem kaç düşürürsem başarılı olcam diye düşünüp tatmin ara..." diyee diyee söylenip hasetle yoluma devam ettim. Kendisi bu cümlenin öznelerinden olan "millet" olur.



İnsanın haset duyduğu biriyle tanışması çok acayipmiş, bir de bunu tecrübe ettim sayesinde. Nasip olan onun gibi fotoğraf çekmek olmadı, olamıyor öyle canın çekince. Hiç kapsamlı olmayan bir çekimde de modelinin üstüne saçları falan uçuşsun diye pervane tuttum. Harika tuttum ama pervaneyi, öyle dedi. Gurur duydum kendimle, kimse benim gibi pervane tutamaz böyle biline.

Meraklı amatör rolümü en güzelinden oynayıp çekim arasında karnımızı doyururken "Nasıl başladın fotoğraf çekmeyeee?" diye bir soru sordum bir ara, "Canım sıkılıyordu bir şeyler yapayım dedim" diye cevap alınca mideme bir ağrı saplandı, söylemedim ama. Canım sıkıldı mimar oldum, canım sıkıldı ressam oldum demek gibi bir şeydi bu çünkü. Kendisini hasetle seviyorum, kral adam. Canımı sıkıyor, o ayrı... [edit: pervaneli fotonun telif haklarını vermedin ya, alacağın olsun (eheheh)]

2bin9

Üzüntüleriniz pipiniz kadar küçük
Mutluluklarınız g.tünüz kadar büyük olsun
Sizi üzene noel baba koysun
Yeni yılınız kutlu olsun